Allahü             teâlâ kendisine îmân eden kullarına, Muhammed aleyhisselâmın             ümmetine, Ramazân ayında bir ay oruç tutmayı farz kılmışdır. Bunun             dışında vâcib oruçlar var. Meselâ bir kimse adakda bulunmuştur, bunu             yerine getirmesi vâcibdir. Yemîn keffâreti için yerine getirmesi             vâcibdir, buyruluyor. Vâcib olanlar var, nâfile olanlar var, Allah             rızâsı için olanlar var, mekrûh olanlar var. Meselâ cumartesi günü             tek olarak oruç tutmak mekrûhdur. Cum’a günü tek olarak oruç tutmak             da mekrûh olarak geçiyor. Bir de harâm olanlar var, senenin içinde             beş gündür, buyruluyor: Birincisi bu Ramazân-ı şerîf bayramının ilk             günü, yani Şevvâlin birinci günü tek olarak oruç tutmak harâm. Bir             de Zil-hicce ayının [yani kurban kestiğimiz, haccın emredildiği ay             olan] on, onbir, oniki, onüçüncü günleri, oruç tutmak harâmdır.             Ramazân-ı şerîfin birinci günü geçince, hemen ikinci gününden             itibâren oruç tutmak câizdir. Meselâ üçüncü gününde oruç tutulur.             Şevvâl ayının üçündeyiz. Bugünden sonra da tutabiliriz. Hatta             birinci günden sonra da tutabiliriz. 
Ramazân-ı şerîf ayından sonraki             ayın ismi Şevvâldir. Şevvâlden sonra gelecek ayın ismi Zil-ka’dedir.             Zil-ka’deden sonra gelecek ay da, kurban kestiğimiz ve hac ettiğimiz             ayın ismi olan Zil-hiccedir. Bir ay orç tuttuk. Cenâb-ı Hak bire on             sevâb verir, buyruluyor. Üçyüz ediyor. Altı gün de Şevvâl ayında             tutulursa, bire on da öyle verir. Altmış da burdan, üçyüzaltmış.             Böylece zahîren otuzaltı gün oruç tuttuk, ama senenin tamamını oruç             tutmuş gibi, [bu ümmete mahsûs olarak] cenâb- Hak sevâb verir.             Şevvâl ayında bir kimse, ister yemîn keffâreti olarak oruç tutsun,             ister adak borçları varsa onu tutsun [altı gün tutmuş olsa] , Şevvâl             ayında tutulan orucun sevâbına kavuşur. Çünkü bu ayda oruç tutuldu.             Buna ister Allah rızâsı densin, ister yemîn keffâreti densin, ister             vâcib olan adak orucu densin, ister hanımların muayyen zamanında             tuttukları kaza orucu densin veyâ seferde tutamadığı oruçları kaza             eden kimse için kazaya densin. Netice itibâriyle Şevvâl ayında orucu             tutunca, Şevvâl ayına mahsûs olan o sevâba kavuşur. Namâzda da bu             böyle. Meselâ kaza namâzları kılarken, önemli olan buyuruyor,             Muhammed Sâdık Efendi, (Öğle namâzının dört rek’at farzından önce             dört rek’at namâz kılmak ve farzından sonra iki veyâ dört rek’at             namaz kılmak sünnetdir). Dolayısıyla buyuruyor ki o zât, öğle             namazının farzından önce bir kimse dört rek’at namâz kılsa, ister             bunu Allah rızâsı için de, ister öğle namâzının ilk sünneti de,             ister ilk kazaya kalmış öğlen namâzının farzı de, ne niyyet edersen             et. Orada dört rek’at namâz kılınca o sünnet yerine geliyor. Şevvâl             ayında da, ister kaza orucu diye niyyet, ister vâcib olan adak orucu             diye niyyet et. İster yemîn keffâreti diye niyyet et, ister Allah             rızâsı için diye niyyet et. Bu ayda oruç tutunca, mesele bitiyor.             Yalnız yine şunu hâtırlatmakta fayda var: Peygamber efendimizin             “aleyhissalâtü vesselâm” bir hadîs-i şerîfte tavsiyeleri, hatta             talîmâtları [o hadîs-i şerîfde çünkü Ehl-i sünnet âlimleri öyle             bildiriyorlar], (Hilâli görünce oruca başlayınız, ve hilâli görünce             bayram ediniz) buyruluyor. Dolayısıyla Ramazân-ı şerîfin başlaması             ve bitmesi hilâlledir. 
Hilâli gözetleyenler var. Biz de senelerdir gözetliyoruz, ama tek başına, ferdî olarak gözetlememiz bizi bağlar, herkesi değil. Dolayısıyla takvîmlere önceden yazılıyor, her ülke yazıyor. Hesâblar meçhûl değil, ama hesâb edilen günde doğmayabiliyor. Ya hesâb edilen gündür veyâ birgün sonradır, buyruluyor. Çünkü orada dînin emri, (Hilâli gör oruca başla, hilâli gör bayram et!) buyruluyor. Dolayısıyla biz takvîme göre başlıyoruz. Dünyânın her tarafındaki müslümânlar da böyle yapıyorlar. Bunun için de fıkh kitâplarında islâm âlimleri, “Allahü teâlâ şefâatlerine nâil eylesin!” o kadar keskin görüşlülermiş ki, asırlar sonra meydana gelecek hâdiselerin hepsini, sanki o gün yaşıyormuş gibi hepsini görmüşler ve o hükümleri de bildirmişler. Buyruluyor ki, (Eğer hilâli görerek Ramazân-ı şerîf başlanmamış ve hilâli görerek bayram edilmemiş ise, [yani hesâbla başlanarak, hesâba güvenilerek] böyle zamanlarda oruca, Ramazan-ı şerîfe bu şekilde başlanıldığı zaman dilimlerinde, bir girişi için bir de çıkışı için Ramazân-ı şerîfden sonra iki gün oruç tutmalıdır) buyruluyor. Yani girişi hilâli görerek değildi. Çıkışı da hilâli görerek olmadığı için yanlışlık olabilir, ihtiyâten buyruluyor. Başı için ve sonu için, Şevvâl ayında oruç tutacaklar, hiç olmazsa altı gün tutacaksa ikisini borcu yoksa, (Niyyet ettim en son kazaya kalan orucumu tutmaya). Hepsini öyle niyyet etsek de hiçbir mahzûru yok. Birşey olmaz. Dolayısıyla bu ayda, Şevvâl ayında altı gün orucu, [peşpeşede tutulabilir, bir mahzuru yok]. Meselâ diyelim ki, bayramın üçüncü gününü bitirdikten sonra, başlanıp birden altı gününü çıkarsak [bir hafta içersinde] bir mahzuru yok. Pazartesi, perşembe günleri tutsak da olur. Sadece cumartesi tek olmaz. Cumartesi, pazar tutulsa olur. Hepsini birden tutma şartı söz konusu değildir. Tutmak lâzım değil, emir değildir. Ama çok tavsiye edilmişdir. Çünkü farz değil, onu yanlış anlamamalıdır. Bir de meselâ, kazaya kalan oruçlar zaten tutulacak, bu Şevvâl ayında tutuvermelidir. Böylece Şevvâl ayındaki o tavsiye edilen sevâblara kavuşulmuş olur.
Namâzın kazası olduğu gibi, orucun kazası olduğu gibi; zekâtın kazası, kesmediğimiz kurbanların kazası olduğu gibi; sadaka- i fıtrın da kazası var. Yani sadaka-i fıtrın Ramazân-ı şerîf ayında verilmesi lâzımdı. [Bayram namazına kadar]. Zaman dilimi bitti, [unutuldu]. Bayramdan sonra, meselâ bayramın üçüncü günü hâtırlandı, gidip verilebilir. Ama şunu unutmamak lâzım, bir kimse vaktinde, namâz vakti girip de, abdest alıp da namazını kılmış olsa, onun kazandığı bir ecir var. Namâzın son vaktinde kıldığı zaman da bir ecir, ücret var. Bir de namâz vakti çıktıysa… Günâha girdi. Tövbe istigfâr etmesi, yalvarması lâzım. Ramazân-ı şerîf ayı içinde verenle, sonraki veren elbette ki aynı değil. Yine de vermeli, ama tövbe istigfâr etmeli. Unuttuysa, o da dînen özürdür. Zaten müslümân bilerek vermemezlik edemez, unutmuştur. Ramazân-ı şerîfin bereketi ile iyilik yapabiliyorduk. Ramazân-ı şerîfde kazanılan o güzel şeyler gidiyor. Sadece Ramazân ayına mahsûs bir aylık müslümânlık olmaktan çıkarıp, hayata yayılabilir. Ehl-i sünnet âlimlerinin hayatları ve kitâbları okunursa bağlantı devâm eder. Yani râbıta devâm eder. Rûh beslenir ve bedene o hükmeder. Ama nefs beslenirse o kuvvetlenir ve hükmeder. Dolayısıyla Ramazân-ı şerîf ayı içerisinde elde ettiğimiz o kazanımları devâm ettirmemiz mümkündür. Âhir zamân da olsa. Bu, zamânla alâkalı değildir, insanların bozulması ile alâkalı bir hâdisedir. Bozulan insanların değil, bozulmayanların arasında kalmaya çalışmalıdır.
