“…Hiddetle hemen kılıca sarılan kimse sonra esefle elinin ardını dişler.”-Sadi-
Ve öfke ateşinin, önce sahibini yaktığını sonra kıvılcımı düşmana ya varır, ya varmaz, diyen Sadi Şiraze zaman zaman öfke besleyip ve beslediğim anlarımda, sanki kulağıma fısıldar bu sözleri. Hatta bir Kızılderili yaşlı bilgenin torunuyla aralarında geçen konuşmayı da anımsar, frenlerim öfkemi.
Beyaz köpekle siyah köpeğin kavgasına tanık olunca küçük çocuk dedesine sorar; ”Dede, bunlar hep neden kavga ederler?” diye. Kızılderili dede; ”Onlar içimizdeki iyi ve kötüdür, bildim bileli kavga ederler,” diye yanıtlar torununu. Küçük çocuk iyice meraklanır; “ Peki hangisi kazanır? ” Bilgece yanıt gelir dededen;
“Sen içinde hangisini besleyip büyütürsen.”
Evet, çoğumuz içimizde büyüttüğümüz, beslediğimiz o duyguyla hareket ederiz.Öfke, insanın en olumsuz duygularından biridir. Bize ve çevremize zarar verir ve çok kısa sürede bir diğerimize bulaşır.
“…Vaktiyle bir savaşçı ormanda gezintiye çıkmış. Ormanın içinde yol alırken de başka bir savaşçıyı da yürürken gördü. Aynı yere geldiklerinde birbirlerine dostça selam verdiler. O sırada güneşin de etkisiyle kendilerine pek de uzak olmayan bir mesafede parıldayan iki nesne gördüler. Daha dikkatle baktıklarında bu iki nesnenin biri altın, diğerinin de gümüşten kalkan olduklarını fark ettiler.
İlk Savaşçı sevinçle;
-”Ne beklenmedik bir ganimet! Ben altın kalkanı alıyorum, siz gümüş kalkanı alabilirsiniz, “dedi ve onlara doğru adımlarını hızlandırdı.
Diğer Savaşçının ses tonu yükselmişti;
-”Böyle olmaz dostum, onları ilk kez ben gördüm. Altın kalkan bana ait, ama size gümüş kalkanı bağışlayabilirim.”
Ve ikinci savaşçı kalkanlara doğru daha büyük bir istekle, daha hızlı yürümeye başladı.
Buna karşılık ilk savaşçı da adımlarını hızlandırdı.
-”Cömertliğinize teşekkür ederim, ama buna hiç gerek yok. Ben talebimi sizden önce dile getirmiş ve altın kalkanı hak ettim. Gümüş kalkanı almanıza izin verdiğim için sevinmelisiniz.”
Bu sözlerden sonra her iki savaşçı da hızlandılar ve koşmaya başladılar ama bir yandan da konuşuyorlardı:
-”Talebinizin bir anlamı yok, çünkü benim rütbem sizinkinden yüksek.Benim emrim gibi olacak: Altın benim, gümüş sizindir.”
Artık koşuları bir yarışa dönüşmüştü, her ikisi de var gücüyle kalkanlara doğru koşmaktaydılar.
-”Rütbeniz bir şey ifade etmez, çünkü farklı lordların hizmetindeyiz, bu ormanlar benim lorduma aittir. Ben altın kalkanı onun adına alacağım;gümüş kalkan da sizin lordunuz için uygun bir armağan.”
Her ikisi de aynı hızla koşmaktaydı, bu durumda kalkanların bulunduğu yere her ikisi de aynı anda varacaklardı.
-”Bu orman kimseye ait değildir.Buranın en iyi kılıç kullananın ben olduğumu söylüyorum. Eğer talebime itiraz ediyorsanız, kılıcımla yüzleşmek zorundasınız.”
Ve savaşçı kılıcını çıkarttı, hasmı da aynısını yaptı. Aralarında şiddetli bir savaş başlamıştı.
Bu arada her iki savaşçı da kılıç kullanmada usta ve denkti.Böylece bu savaş bir dayanıklılık yarışına döndü. Pes eden altın kalkana kavuşacaktı.
Ne yazık ki, iki savaşçı dayanıklılık konusunda da birbirine denkti, bir saat savaştıklarında eşit derecede tükendiler. Sonunda ikisi de ayakta duramayacak bir hale geldiler, soluk soluğa kaldıklarında, yere düşmeden önce hala pür dikkatle birbirlerinin gözünün içine bakıyorlardı.
Yattıkları yerden uğruna savaştıkları kalkanların olduğu yere doğru yandan bakarken her ikisi de altın kalkanın alt yüzünün gümüşten, gümüş kalkanın alt yüzünün de altından olduğunu fark etti.
-”Benim düşündüğümü mü düşünüyorsunuz?” dedi savaşçı.
-”Daha yakından bakmalıyız.”
“Hile yok ama.”
-”Anlaştık.”
Kalkanlara aynı anda yaklaştılar ve kılıçlarının uçlarında diğer yüzlerini çevirdiler. Şüphelerinde haklıydılar.Her ikisinin de bir yüzü altın bir yüzü gümüştendi.”
Uzakdoğu öyküsündeki mantığın bizi sıkıca tutan ellerini gevşetip çok daha güçlü bir araç olan sezgiyi devreye sokar. Yüreğin kılavuzu hislerdir. Ve yürek bilginin ilerisindeki bilme biçimiyle kucaklaşacaktır.
Şayet bizler yaşamda hislerimizin bize eşlik etmesine izin vermezsek, yaşamdaki çabamız, mücadelemiz, kavgalarımız öyle anlamsız kalacaktır ki, uğradığımız hayal kırıklığı sonucunda bir hiç uğruna savaştığımızı anlayacağız.Öncelikle kendimize şu soruyu sormamız gerekir.
Peki, ne uğruna?
Amacımız, bir diğerimize üstün oluşumuzu göstermek midir?
Eğer bu sorulara mantıklı bir yanıt vermezsek, her savaş sonrası hedefin tümüyle anlamsız, boş ve amaçsız olduğunu keşfedeceğiz.
İşte düşmanlık ve kötü niyetin genellikle bir konunun bir yönünü bize gösterir. Oysa diğer yönü görmek için de gayret etmemiz gerekir. Bunu da ancak yine kılavuzumuz olan yüreğimizin iç sesi, yani yüksek empati gücümüzü kullanarak başarabiliriz.
Birden fazla yürek penceresinden baktığımız zaman çatışma ve kavgaların içine balıklama dalışlar yapmadan öfkemizin bizi tutsak etmesine izin vermeyiz.
İlk ve son sözü hep ustalara vermeyi tercih ederim; Viktor Hugo’nun öfke hakkındaki bir özdeyişi ile noktalıyorum:
“Öfke, tıpkı kafesteki aslan gibidir; şayet kafesin kapısını açarsanız özgür kalır ve bir daha asla kafese geri dönmez.”